Bazen başlarken bilmiyorsunuz ne olacağını, sonu nereye gideceğini ve sizi nasıl etkileyebileceğini... Sadece gelişi güzel başlıyorsunuz.
Bende bilmeden başladım. Canım sıkılmıştı, ders Türkçe'ydi. Konular aynı konular, tek düze anlatım, monoton ilerleyen bir ders. Yanımdakini mi gıdıklasam, önümdekini mi konuştursam, diye düşünürken bir şeyler karalamaya başladım gelişi güzel. Bir hayalimi anlattım. Düz yazıyla değil, şiirle de değil ama... La Fontaine masalı gibi. Yazdığımı okudum sonra, hoşuma gitti.
Teneffüste bir şekilde bir kaç arkadaşım gördü yazdıklarımı. Buğçe, bunu sen mi yazdın, diye sordular önce. Sonra başka bir şeylerde yazabileceğimi hatta yazmam gerektiğini söylediler. Kestirip attım hemen. Ben onu sevdiğim için yazmıştım çünkü içimden geldiği için. Öyle başka şeyler yazamazdım. İnsan büyük lokma yemeli ama büyük söz söylememeliymiş. Şimdi günlüklerimi okuyorum da 1 hafta sonra çeşitli akrostişlerle devam etmişim yazı hayatıma. Çünkü ben o lafları ettiğimde takvimle 21 Ocak 2010'u gösteriyordu. En büyük sevgimden çıkmıştı bu yazı: Candan Erçetin'den. En büyük sevgimin, en büyük aşkımı doğurabileceğini nereden bilebilirdim ki? Aşkım doğa dursun bir yandan da sürekli okuyorum ben. Şu Alacakaranlık serisinin ellerden düşmediği zamanlar. Hem gündem kitapları, hemde 100 Temel Eser..
İlköğretimden mezun olana kadar iki öğretmenime gösterebildim yazdıklarımı. Öylesine utanıyordum ki. Sanki utanılacak bir şey var,akıl işte... İki öğretmenim de benim edebiyata yetenekli olduğuma inandılar hep. Ben ise o zaman yazarlık ve oyunculuktan bi' haber öğretmen mi olsam,turizmci mi,doktor mu etrafta fır dönüyorum. Bir yandan da lise sınavları...
Liseye geçmemle okumamda yazmamda büyük oranda arttı. Büyük bir yalnızlık çekiyordum çünkü. Yeni bir ortam, yeni kişiler, sağlık sorunları derken teneffüslere çıkmayan, somurtkan, kitaplara adeta bağımlı birine dönüştüm. Yazıyorum ama kimselere gösteremiyorum. Yazdıklarım bir sır, bende onların yegane bekçisi...
Bir gün derste yazarken yakalandım. Öğretmenim el koydu yazdıklarıma. Teneffüste çağırdı yanına. Kızacak,azarlayacak diye bekliyorum. ''Bunlardan başka var mı?'' diye soruyor gülümserken. Nasıl,diye sormama kalmadan çok beğendiğini söylüyor. Ve ona göstermediğim içinde biraz kırgın. Yine utanıyorum, kıpkırmızı oluyor yanaklarım. Ve başlıyor şiirleşmeler..
Gel zaman git zaman öz güvenimde yerine geliyor iyiden iyiye. Hatta öz güvenim öyle yerine geliyor ki Trendy Dergisi'ne ilk kez Candan Erçetin'e yazdığım bir şiiri yolluyorum ve yayımlıyorlar. Sonrası ise malum... Okul dergisi falan derken bir gece ansızın Facebook'ta bir sayfaya yolluyorum İstanbul şiirimi ve hemen o gece yayımlanıyor.Beğenen sayısı inanılmaz çok benim için. Sevinçten deli oluyorum. Sayfa sahipleriyle tanışıyoruz. Öyle tatlılar ki. Güzel yazıyorsun diyorlar,devam etmelisin. İstanbul sayfasının sahipleri Dilek Kocaman ve Oğuz Karadeniz hem yanı başımda oluyor, uzaklardan da olsalar. O gece karar veriyorum bu işi yürütebileceğime... Ve bir kitabım olması için dua etmeye başlıyorum.
Ardından gelen okul töreni, bir kaç gazete, kendi blog'umu açmam, Özlem Süyev'in beni radyo programına davet etmesi,bir antolojide yer almam ve tabii ki çok fazla okumam da kamçılıyor beni. Her gün daha iyisini yapabileceğime inanıyorum. Trendy Dergisi'ni hiç kaçırmadan takip ediyor ve sevgili Pınar Yılmazerler'in köşesini mutlaka okuyorum. İnanırsanız olur diyor, inanıyorum ve oluyor. Hatta Pınar Abla'm hiç üşenmiyor bir hafta bana köşesinde yer veriyor, daha da hevesleniyorum.
Kitap için yayın evi arama çalışmalarım ve yıkımlarda var bu süreçte. Hayat her zaman ki gibi, güllük gülistanlık değil. Çok fazla red cevapları alıyorum, 40 yaşımı beklemem gerektiğini söyleyenler, hevesimi kırmak isteyenler, kıranlar, kimsenin sponsorluğa yanaşmaması, çok insanla karşılaşıyorum kısacası. Her yıkım, yeni bir doğum, her doğum, yeni bir bekleyiş oluşturuyor.
İnatla sürdürdüğüm bekleyiş zincirimi neredeyse bir yıl sonra iki güzel insan, iki abla, iki can kırıyor. Melek desen değil, insan olmak için fazla iyiler. İki gamzeli güzel onlar: Seval(Şimşek) ve Damla(Solu) Ablalarım. Bekleyişlerimin son durağı ikisi. Sevinçlerimi bana getiren iki mükemmel yürek. Sponsorum olmayı kabul ediyorlar, hemde öyle uğraştırmadan beni, kendiliğinden. Ne desem bilemiyorum, kelimeler yok oluyor, sadece teşekkür edebiliyorum onlara, gönülden teşekkür...
Bu kadar çok şeyi niye yazdı diye soracaksınız... Dün(24 Kasım 2013) İstanbul sayfasında şiirim paylaşılalı tam bir yıl oldu. Bir yıldır bekliyorum ben sevgimi, aşkımı, minik bebeğimi...
365+1'de bu bekleyişin simgesi. Sabah durum paylaştıktan sonra soranlar oldu, ondan açıkladım bunca şeyi.. Bakalım ben miniğime ulaşana kadar 365'e kaç bir daha ekleyeceğim? Neler yaşayacağım, neler yaşatacağım?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder