Yeni bir yıl kapıda ve bende işte tam karşınızda,satırlarınızdayım.:) Her yıl yaptığım kritiği bu yıl sizlerinde okumasını istiyorum.
Yeni yıla girerken Candan Erçetin ile tanışmayı,İstanbul`a kavuşmayı ve de kitabımın olmasını diledim.
Ocak ayında mahalle muhtarımıza şiirlerimi gösterdim ve ardından kitaplaştırma isteğim arttı. Önce kültür müdürlüğüne başvurdum. 40 yaşımdan önce kitap bastırmamam gerektiğini söyleyip reddettiler.Bu ilk hayal kırıklığımdı.
Şubat ayında Bornova Öykü Atölyesi`nde öykü yazarlığı kursları almaya başladım.
Mart ayında ilk kez 1000 kişilik bir topluluğa şiirimi okuma imkanım oldu. Sonra bir gece, bir güzel girdi rüyama.Röportaj yaptık. Rüyam ertesi gün gerçek oldu. Birsen Tezer karşımdaydı ve ben O`na ilk acemi sorularımı soruyordum. Arkasından Bülent Ortaçgil... Sonra Bornova Gazetesi`nde işe alınmam; doğduğum gün,22 Mart, ilk resmi röportajımda Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu`yla kısa söyleşilerimiz...
Nisan 5`te, bir dostun yardımıyla kurulan İlk Adımlar adlı internet radyom beni heyecan içinde bırakırken ertesi gün kardeşimin geçirdiği trafik kazası bir anda hayatımı(hayatımızı) alt üst etmesi.. Ömrümüzden ömür giden o iki ayda böylelikle başlaması. Fikirleriyle beni çok etkileyen sevgili Pervin Abla`mla da(Ünalp) bu ay tanıştım.
Nisan ayında aklımı kaybetmemek için dahada çok gittiğim haberler ve yaptığım radyo programları mayıs ayında da aralıksız sürdü. Ancak 16 Mayıs gecesi Candan Erçetin`in menajeri sayesinde öğrendiğim telif hakları kanunu nedeniyle 17 Mayıs gecesi son programımı yapıp,radyomu kapattım. Mayıs ayı sonunda başlayan Gezi Olayları ise beni derinden etkiledi. Günlerimin çoğunluğu bir çok insan gibi gündemi takip etmekle geçti.
Haziran ayının ilk haftası Candan Erçetin`in albümü çıktı. 4`ünde elime geçen albüm adeta yüreğimdeki yaraları sardı. Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerimden doğmaya başladım. Bir kızla arkadaş oldum. Başlarda kimdir,ne ister derken sonra benden biri olan Gamze Kadam`la(Gülseven) tanıştım. 6 Haziran`da okul tiyatro ekibi ile ilk kez Nedret Güvenç sahnesine çıktım. Tiyatroya olan tutkum tamda burada başlamış oldu. Ayın ortalarında Özlem Süyev`den radyo programı daveti ise tekrar umut etmemi sağladı. 14 Haziran sabahı rüya şehrime,İstanbul`uma, kavuştum. 17`sinse internet dostlarımla (Aslıhan Ertürk,Meral Ateş) ilk kez buluştuk. Aynı gün İstanbul Radyo Ajansı`nda Özlem Süyev`in konuğu olarak ilk radyo programıma katılmış oldum.
Temmuz ayında hiç beklemediğim bir şey oldu; Candan Erçetin Milyonlarca Kuştuk albümünü imzalı olarak bana hediye etti.Hemde 4 Temmuz günü,yani albümü almamdan tam bir ay sonra. Aynı ay bir kaç yayın evine şiirlerimi yolladım ve red cevapları aldım. tarihistan.org`da köşe yazarlığıma bu ay başladım.
Ağustos ayının ortalarında Özlem Süyev ve Mehmet Abi`nin yardımlarıyla Radyo İzmir`de yine radyo sunuculuğuna başladım. Günlerin bir çoğu program hazırlamak ve kitap işini düşünmekle geçti.
Eylül ayının 9`unda, 13 yıllık aşkım Candan Erçetin İzmir`e geldi. Bütün gece mutluluk ve korku duygularını bir arada yaşadım.Kah güldüm, kah ağladım... O gece Havva Karakaş ile tanıştım. Ve gecenin sonunda tüm olmazlara rağmen tanıştık Candan Erçetin`le... En mutlu, en heyecanlı anlarımdı. 17 Eylül`de Bornova Gazetesi`nden,25`inde ise fikir ayrılıkları nedeniyle Radyo İzmir`den ayrıldım. 21`inde Havva Karakaş`ın konserine gittim. Ve nihayet çok sevdiğim ablalarım Damla Solu ve Şimşek ile yüzyüze de tanışmış oldum.
Ekim ayında Damla ve Seval Ablalarım bana kitap için sponsor olabileceklerini söylediler. Böylelikle ablamken sponsorlarım da olmuş oldular.
21 Kasım`da içinde 6 şiirimle birlikte biyografiminde bulunduğu Türk Dünyası Şairler Antolojisi çıktı.
Aralık ayında babam akciğer iltihaplanması teşhisi ile hastaneye yattı. Üzüntülü geçen günler sonunda babam hastaneden bugün çıktı.
2013 böyle geçti işte...
2014 gelirken beraberinde sağlık, mutluluk, huzur, bereket, başarı getirsin.
2014 daha güzel bir yıl olsun. Gelirken kitabımla, okuyucumla, Candan Erçetin`imle, başarılarla gelsin. Sevdiklerimi hiç ayırmasın yanımdan. Uzakta olsak bile yüreklerde hissedebilmemizi sağlasın. Çok gülüp, az ağlayalım.
Kalplerden sevgiler,dudaklardan gülücükler hiç eksik olmasın... Yeni yılınız kutlu ve mutlu olsun. :)
30 Aralık 2013 Pazartesi
20 Aralık 2013 Cuma
YAZI YOK...
Dostlar bir süre yazı yok.Bekleyenler vardı,biliyorum.Ama şimdi yazabilmem mümkün değil.Çünkü inanılmaz derecede mutsuzum.
Yeniden görüşünceye kadar sağlıklı ve mutlu kalın.
Yeniden görüşünceye kadar sağlıklı ve mutlu kalın.
27 Kasım 2013 Çarşamba
NİCK VUJİCİC
Nick Vujicic,eşi ve oğlu |
Düşünürken ilk aklıma gelenleri sıralıyorum; derslerden düşük not almak, kardeşimle atışmalarımız, çeşitli sağlık sorunlarım, çeşitli nedenlerle insanlara kızmam ya da onların bana kızması... Ve inanın bana daha yüzlerce örnek bulabilirim sizlere.
Bir öpücüğe, bir gülücüğe sevinen kaç kişi kaldı şu dünyada? Ya da aldığı nefes için şükredebilen...? Çok az değil mi? Biraz sonra ki yazacaklarım umarım hem bana, hem size umut olur. Ve şu üstümüze giydiğimiz arabeskliği çıkarır, atarız ve asla bir daha giymeyiz.
Bir çoğunuzun tanıdığı bir isim aslında o. Engeli olduğunu düşündüğümüz belki de dünyadaki en engelsiz kişi. Adı Nick Vujicic. Oldukça sağlıklı bir bebek olarak doğmasına rağmen tetra-amelia sendromu var. Doğuştan kolları ve bacakları yok. Sadece küçük sağ bacağında 2 parmağı var. Bunca yokluğa rağmen öyle güzel var ki Nick Vujicic...
Nick seyahat etmeyi, balık tutmayı, golf oynamayı ve yüzmeyi çok seviyor. Hayatı yaşamayı seviyor ve gerçekten mutlu bir insan O.
Nick, 8 yaşında intihar etmeyi denemiş. Okul yaşamı boyunca arkadaşları arasında alay konusu olmuş. Hayal kırıklıkları, umutsuzluklar, yalnızlık... Hayat anlamsız gelmiş O'na. Az çok tahmin edebileceğiniz gibi hiçte kolay olmamış.
12-13 yaşında hayata farklı gözlerle bakmaya başlamış. İlkokul yıllarının aksine umutlu ve hayatı yaşamaya değer bulmuş. Hayal bile etmediği üniversite hayatı oldukça başarılı geçmiş ve finans uzmanı olarak mezun olmuş.
Küs başladığı yaşamını şimdi çok mutlu olarak sürdürüyor. İnanılmaz derecede inançlı bir adam. Allah'a her şeye rağmen şükretmeyi biliyor, hayatın bir mucize olduğuna inanıyor. Evli ve bir oğlu var. Bir çok ülkede motivasyon konuşmaları yapıyor. Ayrıca yayımlanmış olan 2 kitabı ve Dvd'leri satış rekorları kırıyor. Ayrıca Nick, Kısa Film dalında En İyi Erkek Oyuncu ve Hollywood'da en iyi Kısa Film ödüllerini kazanmıştır.
Nick Vujicic: ''Hayatı yaşamayı seviyorum ve ben çok mutlu bir insanım.'' diyor...
Nick Vujicic ve oğlu |
Ya siz?
Etiketler:
Buğçe Çalışkan,
İnanç,
Mutsuzluk,
Nick Vujicic,
Umut
25 Kasım 2013 Pazartesi
365+1
Bazen başlarken bilmiyorsunuz ne olacağını, sonu nereye gideceğini ve sizi nasıl etkileyebileceğini... Sadece gelişi güzel başlıyorsunuz.
Bende bilmeden başladım. Canım sıkılmıştı, ders Türkçe'ydi. Konular aynı konular, tek düze anlatım, monoton ilerleyen bir ders. Yanımdakini mi gıdıklasam, önümdekini mi konuştursam, diye düşünürken bir şeyler karalamaya başladım gelişi güzel. Bir hayalimi anlattım. Düz yazıyla değil, şiirle de değil ama... La Fontaine masalı gibi. Yazdığımı okudum sonra, hoşuma gitti.
Teneffüste bir şekilde bir kaç arkadaşım gördü yazdıklarımı. Buğçe, bunu sen mi yazdın, diye sordular önce. Sonra başka bir şeylerde yazabileceğimi hatta yazmam gerektiğini söylediler. Kestirip attım hemen. Ben onu sevdiğim için yazmıştım çünkü içimden geldiği için. Öyle başka şeyler yazamazdım. İnsan büyük lokma yemeli ama büyük söz söylememeliymiş. Şimdi günlüklerimi okuyorum da 1 hafta sonra çeşitli akrostişlerle devam etmişim yazı hayatıma. Çünkü ben o lafları ettiğimde takvimle 21 Ocak 2010'u gösteriyordu. En büyük sevgimden çıkmıştı bu yazı: Candan Erçetin'den. En büyük sevgimin, en büyük aşkımı doğurabileceğini nereden bilebilirdim ki? Aşkım doğa dursun bir yandan da sürekli okuyorum ben. Şu Alacakaranlık serisinin ellerden düşmediği zamanlar. Hem gündem kitapları, hemde 100 Temel Eser..
İlköğretimden mezun olana kadar iki öğretmenime gösterebildim yazdıklarımı. Öylesine utanıyordum ki. Sanki utanılacak bir şey var,akıl işte... İki öğretmenim de benim edebiyata yetenekli olduğuma inandılar hep. Ben ise o zaman yazarlık ve oyunculuktan bi' haber öğretmen mi olsam,turizmci mi,doktor mu etrafta fır dönüyorum. Bir yandan da lise sınavları...
Liseye geçmemle okumamda yazmamda büyük oranda arttı. Büyük bir yalnızlık çekiyordum çünkü. Yeni bir ortam, yeni kişiler, sağlık sorunları derken teneffüslere çıkmayan, somurtkan, kitaplara adeta bağımlı birine dönüştüm. Yazıyorum ama kimselere gösteremiyorum. Yazdıklarım bir sır, bende onların yegane bekçisi...
Bir gün derste yazarken yakalandım. Öğretmenim el koydu yazdıklarıma. Teneffüste çağırdı yanına. Kızacak,azarlayacak diye bekliyorum. ''Bunlardan başka var mı?'' diye soruyor gülümserken. Nasıl,diye sormama kalmadan çok beğendiğini söylüyor. Ve ona göstermediğim içinde biraz kırgın. Yine utanıyorum, kıpkırmızı oluyor yanaklarım. Ve başlıyor şiirleşmeler..
Gel zaman git zaman öz güvenimde yerine geliyor iyiden iyiye. Hatta öz güvenim öyle yerine geliyor ki Trendy Dergisi'ne ilk kez Candan Erçetin'e yazdığım bir şiiri yolluyorum ve yayımlıyorlar. Sonrası ise malum... Okul dergisi falan derken bir gece ansızın Facebook'ta bir sayfaya yolluyorum İstanbul şiirimi ve hemen o gece yayımlanıyor.Beğenen sayısı inanılmaz çok benim için. Sevinçten deli oluyorum. Sayfa sahipleriyle tanışıyoruz. Öyle tatlılar ki. Güzel yazıyorsun diyorlar,devam etmelisin. İstanbul sayfasının sahipleri Dilek Kocaman ve Oğuz Karadeniz hem yanı başımda oluyor, uzaklardan da olsalar. O gece karar veriyorum bu işi yürütebileceğime... Ve bir kitabım olması için dua etmeye başlıyorum.
Ardından gelen okul töreni, bir kaç gazete, kendi blog'umu açmam, Özlem Süyev'in beni radyo programına davet etmesi,bir antolojide yer almam ve tabii ki çok fazla okumam da kamçılıyor beni. Her gün daha iyisini yapabileceğime inanıyorum. Trendy Dergisi'ni hiç kaçırmadan takip ediyor ve sevgili Pınar Yılmazerler'in köşesini mutlaka okuyorum. İnanırsanız olur diyor, inanıyorum ve oluyor. Hatta Pınar Abla'm hiç üşenmiyor bir hafta bana köşesinde yer veriyor, daha da hevesleniyorum.
Kitap için yayın evi arama çalışmalarım ve yıkımlarda var bu süreçte. Hayat her zaman ki gibi, güllük gülistanlık değil. Çok fazla red cevapları alıyorum, 40 yaşımı beklemem gerektiğini söyleyenler, hevesimi kırmak isteyenler, kıranlar, kimsenin sponsorluğa yanaşmaması, çok insanla karşılaşıyorum kısacası. Her yıkım, yeni bir doğum, her doğum, yeni bir bekleyiş oluşturuyor.
İnatla sürdürdüğüm bekleyiş zincirimi neredeyse bir yıl sonra iki güzel insan, iki abla, iki can kırıyor. Melek desen değil, insan olmak için fazla iyiler. İki gamzeli güzel onlar: Seval(Şimşek) ve Damla(Solu) Ablalarım. Bekleyişlerimin son durağı ikisi. Sevinçlerimi bana getiren iki mükemmel yürek. Sponsorum olmayı kabul ediyorlar, hemde öyle uğraştırmadan beni, kendiliğinden. Ne desem bilemiyorum, kelimeler yok oluyor, sadece teşekkür edebiliyorum onlara, gönülden teşekkür...
Bu kadar çok şeyi niye yazdı diye soracaksınız... Dün(24 Kasım 2013) İstanbul sayfasında şiirim paylaşılalı tam bir yıl oldu. Bir yıldır bekliyorum ben sevgimi, aşkımı, minik bebeğimi...
365+1'de bu bekleyişin simgesi. Sabah durum paylaştıktan sonra soranlar oldu, ondan açıkladım bunca şeyi.. Bakalım ben miniğime ulaşana kadar 365'e kaç bir daha ekleyeceğim? Neler yaşayacağım, neler yaşatacağım?
Bende bilmeden başladım. Canım sıkılmıştı, ders Türkçe'ydi. Konular aynı konular, tek düze anlatım, monoton ilerleyen bir ders. Yanımdakini mi gıdıklasam, önümdekini mi konuştursam, diye düşünürken bir şeyler karalamaya başladım gelişi güzel. Bir hayalimi anlattım. Düz yazıyla değil, şiirle de değil ama... La Fontaine masalı gibi. Yazdığımı okudum sonra, hoşuma gitti.
Teneffüste bir şekilde bir kaç arkadaşım gördü yazdıklarımı. Buğçe, bunu sen mi yazdın, diye sordular önce. Sonra başka bir şeylerde yazabileceğimi hatta yazmam gerektiğini söylediler. Kestirip attım hemen. Ben onu sevdiğim için yazmıştım çünkü içimden geldiği için. Öyle başka şeyler yazamazdım. İnsan büyük lokma yemeli ama büyük söz söylememeliymiş. Şimdi günlüklerimi okuyorum da 1 hafta sonra çeşitli akrostişlerle devam etmişim yazı hayatıma. Çünkü ben o lafları ettiğimde takvimle 21 Ocak 2010'u gösteriyordu. En büyük sevgimden çıkmıştı bu yazı: Candan Erçetin'den. En büyük sevgimin, en büyük aşkımı doğurabileceğini nereden bilebilirdim ki? Aşkım doğa dursun bir yandan da sürekli okuyorum ben. Şu Alacakaranlık serisinin ellerden düşmediği zamanlar. Hem gündem kitapları, hemde 100 Temel Eser..
İlköğretimden mezun olana kadar iki öğretmenime gösterebildim yazdıklarımı. Öylesine utanıyordum ki. Sanki utanılacak bir şey var,akıl işte... İki öğretmenim de benim edebiyata yetenekli olduğuma inandılar hep. Ben ise o zaman yazarlık ve oyunculuktan bi' haber öğretmen mi olsam,turizmci mi,doktor mu etrafta fır dönüyorum. Bir yandan da lise sınavları...
Liseye geçmemle okumamda yazmamda büyük oranda arttı. Büyük bir yalnızlık çekiyordum çünkü. Yeni bir ortam, yeni kişiler, sağlık sorunları derken teneffüslere çıkmayan, somurtkan, kitaplara adeta bağımlı birine dönüştüm. Yazıyorum ama kimselere gösteremiyorum. Yazdıklarım bir sır, bende onların yegane bekçisi...
Bir gün derste yazarken yakalandım. Öğretmenim el koydu yazdıklarıma. Teneffüste çağırdı yanına. Kızacak,azarlayacak diye bekliyorum. ''Bunlardan başka var mı?'' diye soruyor gülümserken. Nasıl,diye sormama kalmadan çok beğendiğini söylüyor. Ve ona göstermediğim içinde biraz kırgın. Yine utanıyorum, kıpkırmızı oluyor yanaklarım. Ve başlıyor şiirleşmeler..
Gel zaman git zaman öz güvenimde yerine geliyor iyiden iyiye. Hatta öz güvenim öyle yerine geliyor ki Trendy Dergisi'ne ilk kez Candan Erçetin'e yazdığım bir şiiri yolluyorum ve yayımlıyorlar. Sonrası ise malum... Okul dergisi falan derken bir gece ansızın Facebook'ta bir sayfaya yolluyorum İstanbul şiirimi ve hemen o gece yayımlanıyor.Beğenen sayısı inanılmaz çok benim için. Sevinçten deli oluyorum. Sayfa sahipleriyle tanışıyoruz. Öyle tatlılar ki. Güzel yazıyorsun diyorlar,devam etmelisin. İstanbul sayfasının sahipleri Dilek Kocaman ve Oğuz Karadeniz hem yanı başımda oluyor, uzaklardan da olsalar. O gece karar veriyorum bu işi yürütebileceğime... Ve bir kitabım olması için dua etmeye başlıyorum.
Ardından gelen okul töreni, bir kaç gazete, kendi blog'umu açmam, Özlem Süyev'in beni radyo programına davet etmesi,bir antolojide yer almam ve tabii ki çok fazla okumam da kamçılıyor beni. Her gün daha iyisini yapabileceğime inanıyorum. Trendy Dergisi'ni hiç kaçırmadan takip ediyor ve sevgili Pınar Yılmazerler'in köşesini mutlaka okuyorum. İnanırsanız olur diyor, inanıyorum ve oluyor. Hatta Pınar Abla'm hiç üşenmiyor bir hafta bana köşesinde yer veriyor, daha da hevesleniyorum.
Kitap için yayın evi arama çalışmalarım ve yıkımlarda var bu süreçte. Hayat her zaman ki gibi, güllük gülistanlık değil. Çok fazla red cevapları alıyorum, 40 yaşımı beklemem gerektiğini söyleyenler, hevesimi kırmak isteyenler, kıranlar, kimsenin sponsorluğa yanaşmaması, çok insanla karşılaşıyorum kısacası. Her yıkım, yeni bir doğum, her doğum, yeni bir bekleyiş oluşturuyor.
İnatla sürdürdüğüm bekleyiş zincirimi neredeyse bir yıl sonra iki güzel insan, iki abla, iki can kırıyor. Melek desen değil, insan olmak için fazla iyiler. İki gamzeli güzel onlar: Seval(Şimşek) ve Damla(Solu) Ablalarım. Bekleyişlerimin son durağı ikisi. Sevinçlerimi bana getiren iki mükemmel yürek. Sponsorum olmayı kabul ediyorlar, hemde öyle uğraştırmadan beni, kendiliğinden. Ne desem bilemiyorum, kelimeler yok oluyor, sadece teşekkür edebiliyorum onlara, gönülden teşekkür...
Bu kadar çok şeyi niye yazdı diye soracaksınız... Dün(24 Kasım 2013) İstanbul sayfasında şiirim paylaşılalı tam bir yıl oldu. Bir yıldır bekliyorum ben sevgimi, aşkımı, minik bebeğimi...
365+1'de bu bekleyişin simgesi. Sabah durum paylaştıktan sonra soranlar oldu, ondan açıkladım bunca şeyi.. Bakalım ben miniğime ulaşana kadar 365'e kaç bir daha ekleyeceğim? Neler yaşayacağım, neler yaşatacağım?
23 Kasım 2013 Cumartesi
24 KASIM
Öğretmenim canım benim... Acılarla doldun öğretmenim...
24 Kasım dolayısıyla güzel bir yazı yazasım vardı ki haberleri izlememle bütün hevesim kaçtı. Sizde görmüşsünüzdür muhtemelen.. öğretmenlerime öğretmenler günü arifesinde verilen hediyeyi(!).
Görüntüleri izlerken adeta kanım çekildi, inanamadım. Öğretmenler günü arifesinde öğretmenime yapılan işkenceyi aklım almadı, kalbim kabullenmedi. Yaşlı öğretmenlerime atılan gaz bombalarına mı, tazyikli sulara mı gözler körelecek yine, hangisi için sağır olacağız?!
Bu 24 Kasım kutlama yapmak komik olur, insanlığa yakışmaz. Hele ki yurdumun öğrencisi kabul etmez öğretmenine şiddeti, kabul etmemeli. Yine ögretmenleri sayesinde bir yerlere gelmiş ama hala yemek yediği kaba tükürenlere de sözüm var elbet.
Öğretmenime eziyeti layık gören polis abi, sözüm ona buna değil, direkt sana:
Hiç mi utanmadın o bombayı atarken,hiç mi sızlamadı canın öğretmenin canını yakarken,hiç mi göze göze gelmedin,gelmek istemedin sen? Tek lafım var sana yazıklar olsun...
Öğretmenlerim,
Nerdesiniz, ne şartlarda işliyorsunuz derslerinizi, olduğunuz yerde mutlu musunuz değil misiniz, inanın bilmiyorum. Tek bildiğim bizleri çok sevdiğiniz ve çok emek verdiğiniz. Emeklerinizin karşılığını Türk yurduna hayırlı evlatlar olduğumuzu gördüğünüzde alacaksınız. Ve biz bunu göstermek, yüzünüzü kara çıkarmamak için çok uğraşıyoruz, bilesiniz.
Öğretmenlik kutsal bir meslektir. Her diploma alanın öğretmen olduğuna inanmayanlardanım ben. Kutsal görevini hakkıyla yerine getiren tüm öğretmenlerimin günü kutlu olsun ve dilerim bundan sonra yüzleri gülsün.
Ayrıca;
Minnet borcumu hiç bir zaman ödeyemeyeceğim ilkokul öğretmenlerim sevgili Kadriye Mutlu ve Gonca Keskin`e, her zaman yanımda olduğunu hissettiğim sevgili Serap Bektaş Turan`a, uzak kalsakta ayrılamadığımız sevgili Hülya Ayar`a, ne yapsam hakkını ödeyemeceğim sevgili Gülten Altınay`a, gülen gözlerini sevdiğim destekçim sevgili Yeşim Belevi`ye, daha uzaktan ışığına kapıldığım sevgili Halise Onargan`a, enerjisiyle dersi keyifli hale getiren sevgili Serdar Karakulak`a, ismini sayamadığım nice kutsal insana ve bu güzel insanların benim öğretmenim olması için yol açan Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürk`e en içten sevgi ve teşekkürlerimle...
24 Kasım dolayısıyla güzel bir yazı yazasım vardı ki haberleri izlememle bütün hevesim kaçtı. Sizde görmüşsünüzdür muhtemelen.. öğretmenlerime öğretmenler günü arifesinde verilen hediyeyi(!).
Görüntüleri izlerken adeta kanım çekildi, inanamadım. Öğretmenler günü arifesinde öğretmenime yapılan işkenceyi aklım almadı, kalbim kabullenmedi. Yaşlı öğretmenlerime atılan gaz bombalarına mı, tazyikli sulara mı gözler körelecek yine, hangisi için sağır olacağız?!
Bu 24 Kasım kutlama yapmak komik olur, insanlığa yakışmaz. Hele ki yurdumun öğrencisi kabul etmez öğretmenine şiddeti, kabul etmemeli. Yine ögretmenleri sayesinde bir yerlere gelmiş ama hala yemek yediği kaba tükürenlere de sözüm var elbet.
Öğretmenime eziyeti layık gören polis abi, sözüm ona buna değil, direkt sana:
Hiç mi utanmadın o bombayı atarken,hiç mi sızlamadı canın öğretmenin canını yakarken,hiç mi göze göze gelmedin,gelmek istemedin sen? Tek lafım var sana yazıklar olsun...
Öğretmenlerim,
Nerdesiniz, ne şartlarda işliyorsunuz derslerinizi, olduğunuz yerde mutlu musunuz değil misiniz, inanın bilmiyorum. Tek bildiğim bizleri çok sevdiğiniz ve çok emek verdiğiniz. Emeklerinizin karşılığını Türk yurduna hayırlı evlatlar olduğumuzu gördüğünüzde alacaksınız. Ve biz bunu göstermek, yüzünüzü kara çıkarmamak için çok uğraşıyoruz, bilesiniz.
Öğretmenlik kutsal bir meslektir. Her diploma alanın öğretmen olduğuna inanmayanlardanım ben. Kutsal görevini hakkıyla yerine getiren tüm öğretmenlerimin günü kutlu olsun ve dilerim bundan sonra yüzleri gülsün.
Ayrıca;
Minnet borcumu hiç bir zaman ödeyemeyeceğim ilkokul öğretmenlerim sevgili Kadriye Mutlu ve Gonca Keskin`e, her zaman yanımda olduğunu hissettiğim sevgili Serap Bektaş Turan`a, uzak kalsakta ayrılamadığımız sevgili Hülya Ayar`a, ne yapsam hakkını ödeyemeceğim sevgili Gülten Altınay`a, gülen gözlerini sevdiğim destekçim sevgili Yeşim Belevi`ye, daha uzaktan ışığına kapıldığım sevgili Halise Onargan`a, enerjisiyle dersi keyifli hale getiren sevgili Serdar Karakulak`a, ismini sayamadığım nice kutsal insana ve bu güzel insanların benim öğretmenim olması için yol açan Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürk`e en içten sevgi ve teşekkürlerimle...
22 Kasım 2013 Cuma
DÖNÜŞ
Bazen ara vermek gerekir. Müziğe, edebiyata, işe, yemeğe... ve bazen hayata..Benim verdiğim ara, daha doğrusu molada öyleydi işte. Röportajlara, şiirlere, hikayelere, tiyatro oyunlarına, kısaca kendime ara verdim. Niye diye soranlarınız olur belki: Çünkü ruhumun buna ihtiyacı vardı.
Laf olsun diye değil. Gerçekten kendimi dinlemem ve ruhumu iyileştirmem gerekiyordu. Yaklaşık üç aydır geliş gidişlerim, kendimi hiç bir yere ait hissedemem, çalışmalarımın hepsinden çekilmem bu yüzdendi.
Geçen üç ayda sevgili Candan Erçetin`inde dediği gibi ``...yaşıyorum, görüyorum, hissediyorum, düşünüyorum, yazıyorum ama susuyorum...``. Gerçi ben onun kadar suskunluğa bürünmedim, konuştum ama elim ayağım çekildi, keyfim kaçtı. Keyfim kaçınca radyo, gazete, tiyatro, edebiyat adına yaptığım ne varsa da bırakıverdim.
Ama geri döndüm işte. Hemde bomba gibi. Hemde her şeye hazır,her şeye göğüs gerebilecek bir kuvvetle.
O zaman yine ilham perim, sevgili Candan Erçetin`in sözleriyle bitireyim yazımı.. Nasıl olsa bundan sonra hep buralardayım... :)
``Sanırım artık birşeyler söylemenin zamanıdır.``
Laf olsun diye değil. Gerçekten kendimi dinlemem ve ruhumu iyileştirmem gerekiyordu. Yaklaşık üç aydır geliş gidişlerim, kendimi hiç bir yere ait hissedemem, çalışmalarımın hepsinden çekilmem bu yüzdendi.
Geçen üç ayda sevgili Candan Erçetin`inde dediği gibi ``...yaşıyorum, görüyorum, hissediyorum, düşünüyorum, yazıyorum ama susuyorum...``. Gerçi ben onun kadar suskunluğa bürünmedim, konuştum ama elim ayağım çekildi, keyfim kaçtı. Keyfim kaçınca radyo, gazete, tiyatro, edebiyat adına yaptığım ne varsa da bırakıverdim.
Ama geri döndüm işte. Hemde bomba gibi. Hemde her şeye hazır,her şeye göğüs gerebilecek bir kuvvetle.
O zaman yine ilham perim, sevgili Candan Erçetin`in sözleriyle bitireyim yazımı.. Nasıl olsa bundan sonra hep buralardayım... :)
``Sanırım artık birşeyler söylemenin zamanıdır.``
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)